7 Ağustos 2019 Çarşamba

موعد مباراة البجزائر ولسنغال

يقولون بأن سيتم تأجيل موعد مبارات الجزائر ضد السنغال لغاية 5 /9/2019 بسب تعرض الكثير من الااعبين بداء الفيل 

29 Nisan 2013 Pazartesi

Osmanlı’da da kadın sığınma evi varmış!

Osmanlı’da da kadın sığınma evi varmış!

 Osmanlı’da da kadın sığınma evi varmış!

 17. yüzyılın sonunda Eyüp’te kurulan Hatuniye Dergâhı Osmanlı’nın ilk kadın sığınma eviydi. Diğer adı ‘Karilar Dergâhı’ olan dergâh bugün harabe halinde. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyu bünyesinde barındırdığı kültürlerle eşsiz bir medeniyet üretti. Sarayda tek söz sahibi padişahlar gibi görünse de hanım sultanlar da en az padişahlar kadar yönetimde etkiliydi.
Güzellikleriyle padişahların gönüllerini fetheden harem kadınları, çevirdikleri entrikalarla sarayda güç sahibi olmayı başardı. İmparatorluk sınırlarında yaşayan kadınlar da aynı sultanlar gibiydi. Kadın her ne kadar erkeğin birkaç adım arkasında yürür gibi görünse de en az onlar kadar pek çok konuda söz sahibi oldu.
Dünyadaki ilk kadın sığınma evi nerede kuruldu bilinmez ama tarihi verilere göre böyle bir ev Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyıl sonlarında başkent Dersaadet’in (İstanbul) Eyüp semtinde kuruldu ve 1900′lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Baba ve kocalarının baskısından kaçıp, “Karilar Dergâhı” olarak da adlandırılan Hatunlar Dergâhı’na sığınan Osmanlı tebaalı kadınlar, burada ilgi alanlarına göre çeşitli zenaatlar öğrendi. Böylece erkeklere ihtiyaçları kalmadan geçimlerini sağlamayı başardılar. Dergâhta 16-80 yaşları arasında 100 kadar kadın bulunuyordu.
İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu restorasyon uzmanı Yüksek Mimar Dr. Fatma Sedes, Tarihi Mirası Koruma Vakfı bünyesinde 2002′de başladığı çalışmalarda tesadüf eseri dergâhla ilgili bilgilere ulaştı.
Bektaşi Tarikatı’na ait olan dergâh, Hoca Hüsam Efendi Tekkesi ve Ahmet Dede Mescidi’nin de bulunduğu bir yapılar kompleksi içerisinde yer alıyordu. Yapılar topluluğundan günümüze sadece mescit duvarı kaldı. Dergâha ait kalıntılar ise apartman ve gecekonduların altında. Dergâhın bir diğer önemli özelliği de Kurtuluş Savaşı yıllarında silah deposu olarak kullanılmış olması. Depolanan silahlar buradan Anadolu’ya sevk ediliyordu. Eyüp semtinin imparatorluğun en güzel ve en kozmopolit semtlerinden biri olduğunu kaydeden Sedes, günümüzde semtin bu özelliğini yitirdiğini söylüyor. Hatunlar Dergâhı’nın bulunduğu Bülbülderesi Mahallesi’nin adını o dönemlerde Eyüp’ten geçen dereden aldığını belirten Sedes, bestekârlığıyla da tanınan Sultan III. Selim’in en güzel eserlerini bu derenin kenarında yaptığını anlatıyor. Sedes, Bülbül Deresi’nin yerinde bugün ise artık çirkin apartmanların yükseldiğini söylüyor.

Defineciler talan etti
Sedes, Hatuniye Dergâhı’na dair çalışmalarının Kültür Bakanlığı’ndan emekli olan Veli Sarıkamış’ın danışmanlığında yürütüldüğünü belirtiyor.
“Eyüp, Osmanlı’nın en eski yerleşim alanı” diyen Sedes, Türk mahallelerinin yanı sıra semtte İslami yapılar olan tekke ve türbelerle mezarlıklar bulunduğunu anlatıyor. Projenin tarihsel araştırmalarını Nihal Demirci’nin yaptığını kaydeden Sedes, “İstanbul Kitaplığı, Atatürk Kitaplığı ve Arkeoloji Müzesi Kitaplığı’nın da aralarında bulunduğu birçok kütüphane ve çeşitli arşivlerde konuyla ilgili araştırma yapıldı. Ama araştırmalar sonucunda dergâhla ilgili kapsamlı bir bilgiye ulaşamadık. Dergâh son derece önemli bir yapı. İmparatorluk sınırlarında ilk kez kadınların bir araya gelip dayanışma başlattığı bir kurum” diyor.
Sedes’in verdiği bilgilere göre dergâhın yer aldığı 2000 metrekarelik alan üzerinde bulunan yapılar topluluğu Bektaşi tarikatına ait. Bektaşiliğin hümanist bir öğreti sistemine sahip olduğunu vurguluyan Sedes, “Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’nin adına kurulan bir tarikattır. Özgür düşünce sistemini ilke edinen Bektaşilerin felsefesi Tanrı’ya ve insana karşı sonsuz sevgi felsefesini benimser” diyor.
Yapılar topluluğunun büyük oranda tahrip edildiğini kaydeden Sedes, dergâh alanının yer aldığı bölgede definecilerin altın aramak için kazı yaptıklarını söylüyor: “Mezarlık alanı olan ve ‘hazire’ olarak adlandırılan alanda yapılacak kazı son derece önemli ancak bu mümkün değil. Çünkü hazire alanı çevredeki apartmanların zemininde kalıyor” diye konuşuyor.

Doğu tarihi umursamıyor
Sedes, “Kadın hakları savunucusu değilim” diyor ama Osmanlı’da böyle bir kurumun varlığından etkilendiğini söylüyor: “Her şeyin ilki Batı’da oluyor gibi bir kanaat var. Fakat görüyoruz ki Osmanlı’da da böyle kurumlar var. Batı’yla aramızdaki en büyük fark bizim tarihimize sahip çıkmayı bilmeyişimiz.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından 1925 tarihli bir kararla tekke, zaviye ve türbelerin kapatıldığını hatırlatan Sedes, bunun o dönemin şartlarında yerinde bir karar olduğunu savunuyor. Buna karşın bu yapıların sanatsal ve sosyal açıdan büyük öneme sahip olduğunu belirten Sedes, şöyle konuşuyor: “Bu yapılar Osmanlı yaşam tarzına ve mimari stiline ışık tutan yapılar. Eğer günümüze ulaşsalardı bu yapılar sayesinde Türk sanatının son evrelerini inceleyebilirdik.”
Türkiye’de restorasyonların kalitesi üzerine hararetli tartışmaların yaşandığına da dikkat çeken Sedes, “Bu soruna sadece Türkiye perspektifinden yaklaşmak büyük hata olur. Restorasyonun anayasası 60′larda hazırlanan Venedik Tüzüğü’dür. Bu tüzük restorasyonun abecesi. Tüzükteki birinci ilke tarihi yapıya saygıdır. İkinci ilke ise tahrip olan yapıyı özüne dönüştürmek” diyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme

Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme

 Osmanlı Devleti'nde modernlenşme
1770 - 1876 yılları arasında, yaklaşık bir asırlık dönemde Osmanlı Devleti'nin "ıslahat" olarak adlandırılan düzeltmeleri ve reformlarını kapsayan dönemdir.
Osmanlı Devleti, 18. yüzyılın sonlarına kadar askeri, idari-siyasi sistemlerinden, yeterlilikleri konusunda her hangi bir şüpheye düşmemiştir.
      1699 - 1770 yıllarında arasında, yaklaşık bir asırlık dönemde Osmanlı Devleti'nin sürekli toprak kaybetmesi, zayıflaması ve otoritesinin başarısızlığı merkeziyönetimi güçlendirme, nitelik ve modern teknik donanıma sahip bir askeri örgütlenmeyi zorunlu kılmıştır.
Dönemin tarihini şekillendiren sorunlar kendilerine has bürokratik gelenekleriyle; 3. Selim ve 2. Mahmut reformları arasında ortaya çıkmıştır.
Yine de 3.Selim ve 2. Mahmut reformları arasında yasama, yürütme ve yargı özelliklerinin değişmediği görülmektedir. Buna karşın 1839'da Tanzimat Döneminden itibaren, öncekinden farklı olarak yasama, yürütme ve yargıda (teşrii, adli, icrai) farklılaşmalar gözlemlenebilir.
Örnek olarak Divan'ı Hümayûn geleneğinin yerine Meclis-i Meşveret sistemi zaman zaman yer almıştır. Bu sistemi de Meclis'i Vükelâ, Meclis-i Umumî ve Nezaretlere bağlı alt düzey meclisler takip etmiştir.
Osmanlı Devleti'nde modernleşme iki döneme ayrılabilir; 1770-1830 yılları arasında, 1830-1876 yılları arasında.

Birinci Dönem: 1770-1830 yılları arasında Osmanlı Devleti'nde modernleşme

     Osmanlı toplumunda okuma-yazma oranının yükseltilmesi, eğitim-öğretim kurumlarının yaygınlaştırılması, kamuoyu oluşturulması gibi konularda muhtemelen en büyük pay matbaaya aittir. Giderek farkına varılan, dönemin aydın ve eğitimli grupları arasında en belirgin olan yöntem de budur.
15. ve 16. yüzyıllarında Osmanlı Devleti'nde askeri ve idari alanda birçok başarılı dönemden sonra, siyasette bozukluklara eğilimler görülür. 1699 yılında ilk toprak kaybıyla beraber Osmanlı'da yeterlilik ve güven duygularıyla ilgili sorgulamalar açığa çıkar.
3. Selim ve 2. Mahmut dönemlerinde hayata geçirilen reformların birçoğunun "ilmiye zümresi"ne mensup kişilerce hazırlandığı, hatta bazen onlar tarafından hayata geçirildiği bilinir.
19. yüzyılın başlarına gelindiğinde, yönetim de dahil herkes Batı'nın üstünlüğü, ekonomik ve diğer alanlardaki başarılarından etkilenmiştir. Bununla beraber Batı'ya özenilmesi, gereken her şeyin Osmanlı Devleti'nde de uygulanmasının yanı sıra, bazı çevrelerce de geleneksel olanların reforme edilerek alınması gerektiğine inanılıyordu.
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, eğitimden hukuka, sosyo-ekonomiden, siyaset ve yönetime kadar; Osmanlı'da görülmemiş sorunlar ve giderek ağırlaşan şartlar meydana geldi. Osmanlı yönetiminin gün geçtikçe nitelikli ve kabiliyetli insan gücüne olan ihtiyacı artmıştır. Tüm bu şartlar bir yandan siyasi-idari-askeri şartları zorlaştırıyor ve toplum üzerinde daha çok baskı kurmasına neden oluyordu.
Osmanlı yönetiminin sistem ve yapı olarak değişikliklere uğramasıyla ilmiye zümresinin görevi giderek artmış ve sorumlulukları çoğalmıştır. Klasik Osmanlı sisteminde yargı, eğitim ve yasaları yorumlayan ilmiye zümresi, 1770-1830 yıllarının birinci döneminde, askeri ve mali kararları, yönetim ve dış ilişkileri de içine alacak şekilde genişleyerek Meşveret Meclislerine zemin olmuştur.
Önemle belirtmek gerekir ki; bu dönemde bireysel çıkar ve otoriteden çok, toplumsal çıkarlar üstün tutulmuştur. İlmiye zümresinin Osmanlı yönetiminde ve kararlarında aldığı rol, buna etken gösterilebilinir.
Dikkati çeken bir diğer kısımsa; ilmiye zümresinin Klasik Osmanlı anlayışına ya da kapital sisteme karşı daha çok "toplumsal birey", komünal sistemi tercih etmiş olmasıdır.
Askeri ve teknik alanda yapılan düzenlemeler bir tarafa bırakılırsa, tıp eğitimi, fen bilimleri de dahil olmak üzere, gerek idari personel ve gerekse eğitim-öğretim elemanı olarak, Devletin eğitim-öğretim kurumlarının büyük çoğunluğunda (ekseriyet) ilmiye mensuplarının yer aldığı; temel eğitim ve geleneksel dini eğitim kurumlarının ise, tamamen zümrenin denetlemesinde (kontrol) olduğu bilinmektedir.
Ülkenin mali kaynaklarının önemli bir kısmının yanı sıra, toplumsal sermaye birikiminin de azımsanamayacak ölçüde olduğu, bilgi üretim ve dağıtım sistemlerinin ilmiye zümresinin elinde bulunduğu söylenilebilir.
İlmiye zümresinin Klasik Osmanlı veya Batı modellerinden farklı olarak; daha önce benzeri görülmedik ekonomik, askeri siyasi ve dış ilişkileri genişletmeyi kapsayan kararlarda etkin olması ve sorumluluğu, zümrenin içinde bulunduğu rol ve özellikleri göstermesi açısından önemli bir noktadır.
Toplumun duyarlı olduğu konularda ilmiye zümresi, dini duyguları isteklendirerek (motive) hem toplumu yanına çekmiş oluyor, hem de siyasi-idari kararlara daha çok katılım sağlıyordu.
Sonuç olarak; 1770-1830 yılları arasında ilmiye zümresinin Osmanlı yönetiminde ve kararlarında ön plana çıkmasında en önemli etkenler; örgütlenebilmesi, toplumsal, ekonomik sermayeye sahip olması gösterilebilinir.

İkinci Dönem: 1830-1876 yılları arasında Osmanlı Devleti'nde modernleşme

         2. Mahmut'un 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmasıyla klasik Osmanlı anlayışında sadece askeri alanda değil; adli, hukuki, ekonomik, eğitim ve benzeri tüm kurumlarda kalıbın dışına çıkılmıştır.
Bu değişim süreci devam ederken, aynı zamanda tüm askeri ve bürokrat zümrenin düzenli görevlerini, maaş ve ücret sistemlerini sağlıyor, bütün ilmiye topluluğunu ve mali kaynaklarını, onlara bağlı vakıfları daha çok merkezi yönetime bağlı kılıyordu.
Klasik Osmanlı sisteminde, askeri zümre mensupları geniş yetki ve sorumluluklara, yetki ve sorumlulukları dahilinde büyük parasal kaynağa sahip oluyordu. Tüzüğü (statü) arttıkça görev alanları, sorumlulukları ve maddi imkânları da artıyordu. Bunun yanında herhangi bir can güvenliği yoktu; görevden alınma, gerektiğinde öldürülme gibi.
Askeri zümreye göre ilmiye zümresi, parasal olarak askeri zümreden çok daha düşük bir kaynağa sahipti. Yalnız askeri zümreye binayen; can ve mal güvenliği sağlanıyordu. Bu şartlar ilmiye zümresinin bir cazibe merkezi olmasına neden olmuştur.
1838'de askeri zümreye mensupların bürokraside görev alanlarına tanınan can ve mal güvenliği, Tanzimat Fermanı'yla (1839) Osmanlı toplumunu oluşturan bütün halklara verilmiştir. (Osmanlı topraklarında yaşayan müslüman - gayrimüslim tüm halkların can ve mal güvenliği sağlanacaktı)
Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü korumak için modern orduya verdiği önem gün geçtikce artmıştır. Bunun yanında modern ordunun örgütlenme biçimi, ilmiye zümresine göre ağır basmıştır.
Toplumda eğitim-öğretim seviyesinin, matbaanın yükselmesi ve basım-yayın organlarının gelişmesiyle birlikte etkinliği artan ilmiye zümresi, birinci dönemde bulunduğu konumu, ikinci dönemde ortaya çıkan grup ve kurumlar karşısında yitirmiştir.
1839 Tanzimat düzenlemelerinden itibaren, ilmiye zümresine mensup olmayan aydınların ortaya çıkması, çekirdeğin askeri veya sivil alanlardan oluşması, ilmiye zümresini sanat ve kültür dünyasıyla bağını zayıflatmıştır. 1727'de İbrahim Müteferrika tarafından kurulan ve 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar devam eden yayımlar, ilk resmi gazete Takvim-i Vekayi, Tanzimatta başlayan yeni dönemin bu sahada gelişmelerin geride kalmasına neden olmuştur.
Devletin güçlenip ayakta kalabilmesi için, eğitim, hukuk, siyasi-idari, sosyo-ekonomik alanlarda dini görüntüsüne çekidüzen vermesi gerekiyordu. Bunun içinse Osmanlı toplumunda bulunan farklı dini ve etnik kökenli, öğrenim görmüş aydınlar kullanılmalıydı. Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulmaya başlayan ve 2. Abdülhamit'in yönetime geçmesinden sonra orta ve yüksek öğretimden mezun olan Rum, Ermeni ve benzeri gayri müslim Osmanlı toplumunun, eğitimden yargıya ve hatta idari-siyasi alanlara kadar geniş bir sahada, sayısal olarak giderek yükselen bir eğilim (trend) göstermesi, önemli rol ve özellikler üstlendikleri gözlemlenmektedir.
Sonuç olarak Osmanlı Devleti'nin moderenleşmesinin ikinci döneminde, daha doğrusu Tanzimat'la birlikte Osmanlı sisteminin modernleştiği, merkezi yönetimin, düzenleyici, eğitici, öğretici, yasa koyucu, yorumlayıcı, yargıç gibi alt görev kollarına ayrıldığı gözlemlenebilir.
Bunun yanı sıra gelişen ve değişen toplum ihtiyaçlarının, farklı çekirdek gruplarında yetişen aydınların olması; toplumda ilmiye zümresi, askeri zümresi, sivil zümrenin rekabeti, şimdiki "çok partili dönem" olarak belirtilen demokratikleşmenin ilk temellidir denilebilir.

OSMANLI SARAYINDA HAYAT

Osmanlı Sarayında Hayat

Topkapı Sarayı etrafında şekillenen hayat

          Topkapı Sarayı Osmanlı sultanlarının yaşadığı yerdir. İstanbul fatihi II. Mehmet tarafından 1460’ ta yaptırılmıştır. 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı padişahları ve saray halkı burada ikamet etmiş ancak 1850’lerin başına gelindiğinde sultanlar artık Dolmabahçe Sarayında yaşamaya başlamıştır.
        Köklü bir tarihe sahip İstanbul 1400’lü yıllarda konut bölgeleri büyük miktarda boşalmış harap ve bitap bir haldeydi. Fetih sonrasında II. Mehmet tarafından şehirde yapılan medreseler, camiler, bedestenler, kervansaraylar, hamamlar harap ve bitap Doğu Roma başkenti bir Türk şehri haline getirmiştir.
       Osmanlılarda saray hem devlet reisinin ikamet yeri hem de ofisidir. Topkapı Sarayı yapılırken Bizans Sarayından kalan taş ve sütunlar sarayın yapımında kullanılmıştır. Saray o dönemde şehrin her tarafına hakim ve her yerinden görülebilen bir yere kurulmuştur. Ayrıca Ayasofya’ya yakın bir yerdedir. Çünkü padişahlar Cuma ve teravih namazlarını burada kılarlardı. Ayasofya’nın ne yapısının ne de adının değiştirilmemesi Osmanlının insanlık mirasına duyduğu saygıyı gösterir.

          Saray dönem dönem padişahların yaptırdığı ilavelerle günümüzdeki şeklini almıştır. Osmanlılarda hem tevazuu hem ihtişamın din anlayışıyla dünya görüşünün göstergesi olan Topkapı Sarayı’nda peygamberlere ait kutsal emanetlerle Bizans’tan kalan -örneğin- Vaftizci Yahya’nın kemikleri bulunmaktadır. Bu da bize Müslümanlar kadar Hıristiyanların da mühim eserlerinin ev sahibi olduğunu gösterir.
Topkapı Sarayı’nın planı oluşturulurken Osmanlı felsefesi ve tebaa ilişkileri önemli rol oynamıştır. Ayrıca sarayın II. Murad’ın yaptırdığı Edirne Sarayı’ndan da etkilendiği bilinmektedir.
Saray içerisinde bahçeler, köşkler, devlet işlerinin görüşüldüğü daireler, saray mutfağı, saray görevlilerinin yaşadığı evler ve padişahın evi olan harem bulunur.
Yaklaşık 700.000 metrekarelik alanda kurulu sarayın; yaklaşık 80.000 metrekaresinde binalar geri kalan kısmında ise hasbahçeler bulunur.
         Sarayın ev sahibi padişahtır. Padişahın erkek çocukları (şehzadeler) ve padişahın kızları (sultanlar) hanedan üyesidir, ama çocukları yani Padişahın torunları hanedan akrabası olarak kabul edilir. Padişahların devlet yönetimi yanında yaptıkları birer zanaatı da vardır. Mesela Kanuni kuyumcudur, III. Ahmet ise önemli bir hattatdır.
         19’uncu yüzyılda diğer büyük devletlere nazaran Osmanlı devlet tüketimi oldukça düşüktür.
Topkapı Sarayı temelde Bîrun, Enderun ve Harem olmak üzere üç teşkilattan oluşur. Saray; Bâb-ı Hümâyûn, Bâbü’s Selam ve Bâbü’s Saade adlı üç ana kapı, dört avlu, Harem, Hasbahçe(Gülhane) ve bahçelerden oluşur.
         
 
 
  Bâb-ı Hümâyûn Fatih devrinde yapılmıştır. Bu dönemde bu şekildeki yapıların üzerine çeşitli ayetlerden alıntılara yer verilirdi. Artık bu gelenek tamamen terk edilmiştir. Bu kapı saraya at ile girilebilen tek kapıdır. Bu kapıdan itibaren saray alanı başlar.
           Birinci avlu (alay meydanı)’ya Bâb-ı Hümâyûn adı verilen ve sürekli nöbet tutulan kapıdan girilir. Halkın arzuhallerini verdiği Deavi Köşkü ve çeşitli saray atölyeleri bu avluda yer alır.
Bâbü’s Selam Fatih zamanında inşa edilen, imparatorluğun ihtişamını gösteren, iki kuleli bir kapıdır. Bu kapıdan sadece padişah atla geçebilirdi. Kulelerden gelen elçiler dinlenirdi yani bu kulelerin altı bir çeşit bekleme salonudur. Bâbü’s Selam kapısından girince sağ tarafta saraya su sağlayan Dolap Ocağı vardır.
İkinci avlu kamusal hayatın gözümüze çarptığı yerdir. Adalet kulesi (Divan-ı Hümayun’ un toplandığı yer) ve padişah mutfağı bu avludadır. 1920 sonra saray arşivleri Aşçılar Mescidi’ nin yakınlarına bir yere taşınmıştır. Mehterhanenin kalıntıları da buradadır.
            Divan Meydanında yapılan merasimlerin en meşhuru ulufe dağıtımıdır. Ulufe her üç ayda bir yeniçerilere ödenen maaştır. Ulufe dağıtımları dışında elçi kabulleri de bu meydanda yapılır. Ramazanda padişahın askerlerine ikramı olan Baklava Alayı yine bu meydanın merasimlerindendir.
Kubbealtı diğer adıyla Divanhâne ikinci avlunun kenarındadır. 16. yüzyılda Kanuni tarafından yapılmış ve Lale Devrinin izlerini taşıyan bir mimariye sahiptir. Divan toplantılarında herkesin oturacağı yer önceden belirlenmiştir. Padişah, toplantıları Kasr-ı Adl adı verilen kafesli bir pencerenin arkasından izler. Divan toplantısı başlamadan önce üyeler Ayasofya’da sabah namazını kılarlardı. Bu toplantılarda dünyanın dört bir köşesini ve her şeyi ilgilendiren kararlar alınır. Divan-ı Hümayunda savaşa ve barışa karar verilir. II. Mehmed döneminde rivayete göre dervişin biri divanın ortasına sızıp “padişah hanginiz?” diye sormuş. İmparatorluk döneminde böyle ölçüsüz aşiret demokrasisi kabul edilemeyeceğinden padişah divana başkanlıktan çekilmiştir. Divan kararları hukuken geçerli olmayıp fiiliyatta geçerlidir.
Matbah-ı Amire saray mutfaklarının bulunduğu kısımdır. Burada günde ortalama beş bin kişilik yemek yapılırdı. Ulufe ve cülus   merasimlerinde bu sayı on beş bini bulurdu. Sadece saray halkına değil dışarıdan Divan-ı Hümayuna dilekçe vermeye gelenlere davacılara şahitler din, dil farkına bakılmaksızın ikram edilirdi. Matbah-ı Amireden saray civarına yemek dağıtımı da yapılırdı. Matbah-ı Amirede bölümler ayrılmaktadır. Gıda depolarının olduğu bölümler harem yemeklerinin yapıldığı mutfak ve padişah için yemek yapılan has mutfak gibi. Matbah-ı Amire’nin son kısmı saray tatlılarının yapıldığı helvahanedir.
Sarayda ramazan aylarında verilen iftar yemekleri çok meşhurdur.
Has Ahır (Istabl-ı Amire) padişah ve yakınlarının atlarının bulunduğu yerdir. Dört bölmelidir. Has Ahır dışında da ahırlar bulunmaktadır en meşhuru da Ahırkapı olarak anılan bölgedir.     
Mehterhâne-i Hümâyûn dünya tarihinin en eski askeri orkestrasıdır. Savaş sırasında askerlere cesaret ve heyecan, karşılarındaki düşmana korku vermiştir. Savaş dışında da padişah culuslarında, kılıç alaylarında, serhatlardan zafer haberleri geldiği zaman ve düğünlerde de mehter çalınırdı. II. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağını hatırlattığı düşüncesiyle mehterhane kapatılıp yerine Mızıka Bandosu kurulmuştur II. Meşrutiyet döneminde Genel Kurmay ananenin vereceği moral gücünü düşünerek mehter takımını yeniden kurdurmuştur.
               Enderun teşkilatının önemli kısmını Zülüflü Baltacılar oluştururdu. Bunlar saray hizmetlerinde ve haremin odun ihtiyacını karşılayan kapıkulu mensuplarıdır. Yakaları yüksek bir elbise giyerlerdi ki, bunun sebebi harem işleriyle uğraşırken etrafı görmemeleri içindir. Ayrıca başlıklarının iki tarafından sarkan iki perçem bulunurdu. Bu sebeple kendilerine zülüflü denmektedir. Rivayete göre savaşlarda ordunun önünden gider, yol üzerindeki ağaçları keserlerdi.
Adalet kulesi oldukça yüksektir. İstanbul’un en iyi gözlendiği yerdir. Burası imparatorluğun yüksekliğini ve haşmetini temsil eder. Osmanlı döneminde ayaklanmaları takip, saray çevresini kontrol etmek için de kullanılırdı.
              Eski hazine dairesi Kubbealtının yanında bulunan sekiz kubbeli binadır. İmparatorluğun hazinesinin saklandığı yerdir. Günümüzde silah koleksiyonu sergilenmektedir. Eski hazine dairesi önünde III. Selim Nişantaşı bulunur. Taş üzerinde padişahın, Levent’te uzaktan yaptığı ve tam isabet kaydettiği bir tüfek atışından bahsedilir. Bu hatırayı yaşatmak için dikilmiştir. 
Bâbü’s Saade, saadet kapısı denilen bu yer padişahın hususi ikametgâhının başlangıcıydı. Babü’s Saade gün boyunca açıktı, ancak rastgele kullanılmazdı. Sarayın en iyi korunan kapısıdır. Babü’s saade önündeki yuvaya mühim merasimlerde ve sefer öncesinde sancağı şerif dikilirdi. Yönetim merkezinin Dolmabahçe ve Yıldız’a taşındığı dönemlerde bile bazı önemli merasimler burada yapılırdı (cülus, cenaze, bayramlaşma, sancak gibi.).
          En önemli ve en görkemli tören cülustur. Cülus Arapça oturmak anlamına gelir. Bu tören, yeni padişahın tahta geçişi sebebiyle yapılır.  
      
   III. Ahmed kütüphanesi, Enderun avlusunun ortasında, arz odasının hemen arkasındadır. Kütüphane sayesinde iç hazine, has oda hazinesi ve haremde bulunan paha biçilmez yazma eserler bir araya getirilerek korunması sağlanmıştır. Kütüphane içerisinde bugün kitap bulunmamaktadır. Buradaki eserler 1966’ da Enderun Ağalar Camii, şimdiki adıyla Topkapı Saray Kütüphanesine kaldırılmıştır.
Küçük ve Büyük Enderun Odaları, 9–11 yaşlarında devşirilen çocukların en dikkat çekenlerinin ilk elden yetiştirildiği yerlerdir. Bu iki odanın öğrencilerine çok cüzi bir maaş, yılda iki kat elbise verilirdi. Ders verenler sadece saraydan olmayıp, aynı zamanda saray dışından da hocalar getirilirdi.
           Enderun Ağalar Camii, Has Odanın yanında günümüzde Topkapı Saray Kütüphanesinin bulunduğu binadır. Topkapı Saray Kütüphanesinde eşsiz yazmalar mevcuttur. Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni güzel ve yararlı kitapları hangi dilde olursa olsun getirtmişlerdir. Ayrıca ünlü Macar musiki notaları külliyatı olan Corviniana veya İstanbul antifeneksi olarak tanınır.
            Enderun sistemi devşirme sistemiyle toplanan gayrimüslim çocukların sarayda eğitildikleri ve kabiliyetlerine göre yükselme imkânlarının bulunduğu bir yerdir. Enderun aristokrasinin, irsi olmasa da eğitimle, liyakatle ortaya konabileceğini gösteren bir okuldur. Enderun’da yeme-içme, yıkanma, yatma-kalkma saatleri konusunda büyük bir disiplin içindedirler. Enderun’da yetişen çocuklar yeteneklerine göre seferli, kilerli, hazinedar koğuşuna ayrılırdı.
       Padişaha ait kıymetli eşya, kılıç, kalkan, altın şamdanlar, padişahın  “cep harçlığı” olarak kullandığı hazine dairesine koymadığı bir miktar para, mukaddes emanetler, eski Kur’ an-ı Kerimler, çok kıymetli yazma eserler Silahdar Hazinesi’nde saklanırdı. Bu mekan günümüzde Mukaddes Emanetlerin sergi salonu olarak kullanılmaktadır.
          Has Oda, Enderun avlusunda padişahların kendilerine mahsus dairesidir. Yavuz zamanında Mukaddes Emanetlerin korunduğu yer olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sağdaki ikinci oda taht odasıdır. Kışın çalışma odası olarak kullanılmıştır. Cülus merasiminden önce şehzadeler buradaki tahta otururdu. Has Oda’ da bulunan Hırka-i Saadet ramazan ayının ortasında padişah tarafından ziyaret edilirdi. Mukaddes Emanetlerin korunduğu yer olmasından dolayı kutsi bir havaya sahip olan bu yerde padişah kızlarının nikâh merasimi yapılırdı.  
          
 Revan Köşkü Sultan IV. Murad tarafından Revan Zaferi hatırasına 1636 yılında yaptırılmıştır. Burası aynı zamanda padişahların Esvab Odasıdır. I. Mahmut döneminde has odalıklar için genel tarih kitaplarından oluşan zengin bir vakıf kitaplık oluşturulmuştur.
          Tebdil-i kıyafet gezmeleri ve Tebdil Ahırı, padişahın tebdil-i kıyafetle saray dışına çıkacağı vakitlerde kullandığı atlara aittir. Padişah kıyafet değiştirerek halkın içine karışarak halkı gözetlerdi.
Sarayın en küçük köşkünün tamamı metaldir. Adı her ne kadar köşk olarak geçse de köşkten ziyade bir balkonu andırır.
        Lale Bahçesi, Revan ve Mustafa Paşa Köşkleri arasında uzanan bahçeye denilmektedir. Bahçelerde lale yetiştirilmiştir. Ayrıca edebiyatımızda, resmimizde süsleme sanatlarında lale kullanılmıştır. Lale 18’inci yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ nu simgeliyordu.
Mustafa Paşa Köşkü diğer köşklerden farklıdır çünkü lale bahçesinde bulunur.
      IV. Murad’ın Mermer Tahtı, Hekim Başı Kulesinin sağ kenarındadır. Sultan IV. Murad tarafından mermer oyularak yaptırılan taht, Şimşirlik’teki müsabakaları padişahın izleyebilmesi için yapılmıştır.
Sarayın Sağlık İşler Görevlisi Hekimbaşıdır. Odası Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Oda; kule şeklinde, dört köşeli ve iki katlı bir odadır. Saraydaki en eski yapılardan biridir.
Safa Mescidi, Dördüncü Avluda Mecidiye Köşkü ile yan yanadır. Burada eskiden Silahdar Köşkü bulunmaktaydı. Bu köşk kötü bir hatıraya sahip olduğu için II. Mahmut, bu köşkü yıktırarak küçük bir mescit yaptırmıştır. Mescidin içi saray geleneklerinin aksine oldukça sadedir.
        Orhan Gazi’nin Bizans İmparatoru’ nun kızı Halofera (Nilüfer) ile evlenmesinden sonra hanedana yabancı gelin gelmiştir. Arapçada harem, yasak ve gizli anlamındadır. Harem sanıldığı gibi sadece şark Müslümanlarına has bir kurum değildir. Çin, Hint, Bizans, Eski İran ve hatta Rönesans İtalyası’nda bile vardır.  Haremde yetişen kızların bir kısmı sarayın Enderun bölümünde yetişen devlet adamlarıyla evlendirilir. Sadece padişahın eşleri veya gözdesi değildir. Hareme Hırvat, Yunan, Rus, Ukraynalı ve Gürcü kızlar alınırdı. İtalyan ve Fransızlar da vardı. Harem başında hükümdarın annesi yani Valide Sultan bulunur. Haremdekiler güzel bir eğitimden geçirilirdi. Ayrıca, saray terbiyesi edinirlerdi. Harem özgür eğlencelik bir alan değildir. Bir ev olarak düşünmek lazım. Haremde Hadimağaları görevlidir.
         Haremin Topkapı Sarayı’nda Haliç ve boğaza bakan güzel bir manzarası vardır. Onlarca bina türüne sahiptir. Bunlar Araba Kapısı, Şadırvanlı Sofa, Biniş Yolu, Perde Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Kara Ağalar Taşlığı(Harem ağaları), Kara Ağalar Koğuşu, Musahipler, Cüceler, Hazinedar Daireleri, Darüşsaade Ağası Dairesi, Şehzade Mektebi, Harem Giriş Kapısı, Nöbet Yeri, Altınyol, Cariyeler ve Kadın Efendiler Taşlığı, Kadın Efendi Haseki Daireleri, Valide Sultan Taşlığı, Valide Sultan Dairesi, Mihrişah Valide Sultan Dairesi, Taht Kapısı, Hazinedar Usta Dairesi, Hamam Yolu, Hünkar ve Valide Sultan Hamamları, Hünkar Daireleri ve Çifte Kasırlar’ dır.
          Osmanlı Sarayı, Topkapı Sarayı yani Saray-ı Amire’nin görevini 19’uncu yüzyılda Dolmabahçe Sarayı üstlenmiştir. Saray 1830’larda II. Mahmut tarafından terk edilmiş ramazan ayında Hırka-i Saadet ziyareti için gelinen, Padişah naşının son olarak getirildiği baba ocağına dönüşmüştür.
20’nci yüzyılda saray müzeye çevrilince restore edilmiş, 1940’larda bazı yanlış restorasyonlarda yapılmıştır. 19’uncu yüzyıldan bu yana dek Arkeoloji Müzesi yüzakıyla inşa edilmiştir. Son elli senede dahi Topkapı ihmal edilmiş yeterince tamir edilmemiştir.  Daha kötüsü Topkapı Sarayı özel kurumlarca yağmalanan bir saha olmuştur.  
       Topkapı bahçeleri için asıl facia Rumeli Demiryolu Hattı’nın inşası ve işletilmesidir. Yurttaşların bu gelişmeleri takip etmeleri lazımdır. Topkapı Sarayı 19’uncu yüzyıla kadar devletin eviydi, Cumhuriyet Döneminde harap olan sarayın yeniden restorasyonu söz konusudur. Topkapı Sarayı bir müze olarak zorlanıyor çünkü saraydır.                                                                                                                                                                                                                        (kaynak :Osmanlı Sarayında Hayat,İlber Ortaylı,2008,İzmir)

28 Nisan 2013 Pazar

1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI (93 HARBİ)


93 Harbi’nin en önemli nedenleri arasında Rusya’nın Balkanlar’da yaşayan Ortodoks dinine bağlı Osmanlı vatandaşları (Rum, Bulgar, Sırp, Ermeni ve Romen) üzerindeki etkisini arttırma amacı sayılabilir. İngiltere ve Fransa Rusların güçlenmesini istemediklerinden dolayı bu savaşta Osmanlıları desteklediler.
Osmanlı hazinesi Sultan Abdülmecit’in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa’ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı. Ayrıca Kafkaslar’dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkez ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar’da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar’ın yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 yılında ortaya çıkan Bulgar isyanları bu Müslüman göçmenlerin yardımıyla bastırıldı ama isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa’da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa basını Osmanlı Devleti’ne karşı çok olumsuz bir kamuoyu yarattı. Bu kamuoyunun baskısıyla Osmanlı Devleti’ni Bulgarlar, Sırplar ve Romenlere daha geniş bir özerklik vermeye zorlamak için İstanbul’da bir konferans toplandı.
Tersane Konferansı adı verilen bu konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele I. Meşrutiyet’i ilan etti. Ama gene de konferans Osmanlı Devleti’ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Bu kararların Osmanlı Devleti’nce reddedilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması’nın (1856) Karadeniz’de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını bildirdi. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada İngiltere, Rusya’nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı’nın toplanmasına önayak oldu. Ama Osmanlılar konferansta hazırlanan protokolü içişlerine müdahale sayarak reddettiler. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877′de Eflak ve Boğdan’a girerek Osmanlılara savaş açtı. Osmanlılar, Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar.
Kafkas Cephesi
Kafkasya’da Rus ordusunun 75,000 askeri Rusya’nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç’in komutasında idi. Nikolayeviç’in emrindeki alt düzeydeki komutanlar ise çoğu Ermeni asıllı olan Beybut Şelkovnikov, Mihail Tarieloviç Loris-Melikov, İvan Davidoviç Lazarev ve Arşak Ter-Gukasov idi. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa’nın komutasındaki 20.000 askerden oluşuyordu. Ruslar’ın kendi geliştirdikleri top mermileri bulunuyordu. Osmanlı’da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi.
Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 27 Nisan 1877′de Doğubeyazıt, 17 Mayıs’da ise Ardahan Ruslarca işgal edildi. Ama Halyaz ve Zivin’de Rus orduları yenilgiye uğradı. Gedikler (25 Ağustos) ve Yahniler (4 Ekim) çarpışmaları Osmanlıların zaferiyle sonuçlandı.
15 Ekim’deki Alacadağ Muharebesi’nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı’nın 5-6,000 ölü ya da yaralı ile 8,500 savaş esiri kaybı oldu.[4] Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. Kasım 1877′de Kars’ı ele geçiren Rus Orduları Erzurum’a yöneldi.Ahmed Muhtar Paşa Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşların Aziziye Tabyası’nda büyük bir cesaretle yaptıkları savunma 93 Harbi’nin unutulmayan anlarını oluşturdu. Erzurum Rusların eline geçti. Savaşın bitmesinden sonra Rus ordusu Erzurum’dan geri çekildi ama Kars, Ardahan, Rize, Artvin ve Batum Berlin Antlaşması’yla Rusya’ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’na kadar Rusya’nın elinde kaldı.
Balkan Cephesi
93 Harbi başladığında Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa Rumeli Ordusu başkomutanı olarak Balkanlardaki bütün Osmanlı birliklerinin en üst düzeydeki komutanı durumundaydı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Ahmed Eyüb Paşa’nın komutasındaki Doğu Tuna Ordusu, Vidin’de üslenen Osman Nuri Paşa’nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Süleyman Hüsnü Paşa’nın komutasındaki Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu. Balkanlardaki Rus birliklerinin en üst düzeydeki komutanı ise Grandük Nikolay Nikolayeviç idi. Ancak Tuna nehrinin Romanya tarafında konuşlanan Rus birliklerine General İosip Gurko komuta ediyordu.
Tuna Cephesindeki muharebeler Rusların 21 Haziran 1877′de Tuna nehrini Romanya tarafından Bulgaristan tarafına geçerek Osmanlı topraklarına girmesiyle başladı. Rus ordusu 26 Haziran’da Ziştovi Muharebesi ve Niğbolu Muharebesini kolayca kazandı. Savaşın başındaki bu başarısızlıktan dolayı Abdülkerim Nadir Paşa görevden alındı ve 18 Temmuz’da yerine Mehmet Ali Paşa getirildi. Tırnova ve Niğbolu’yu alan Rus birlikleri 19 Temmuz’da stratejik açıdan büyük önemi olan Şıpka Geçidini ele geçirdiler. 2 Ekim’de Mehmet Ali Paşa da başkomutanlık görevinden alınarak yerine Süleyman Hüsnü Paşa getirildi. Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi’ni geri almak için çarpışırken General Yuri Şilder-Şuldner komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne’de abluka altına aldılar. Plevne Kalesinin komutanlığını Osman Nuri Paşa üstlenmişti. Kuşatmaya Rus generalleri Mihail Skobelev ve Nikolay Kridener ve Kral I. Carol’un emrindeki Rumen askerleri de katıldı. Osman Nuri Paşa’nın 145 gün boyunca cesaretle sürdürdüğü Plevne Savunması ezici bir sayı üstünlüğü bulunan Rus ve Romen orduları karşısında 10 Aralık 1877′de başarısızlıkla son buldu. Plevne’nin düşmesinden sonra Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler.
Hızla ilerleyen Rus orduları Kazanlık, Samokov, Yeni Zağra, Çırpan, Tırnova ve Filibe’yi aldıktan sonra Meriç Nehri’ni geçti. 20 Ocak 1878′de Edirne düştü. Ruslar Silivri’yi de alarak Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar ilerlediler. Osmanlılar barış istemek zorunda kaldılar. Osmanlılara karşı ağır koşullar içeren Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Ama Avrupa’da dengenin Rusya lehine bozulduğunu gören Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya bu antlaşmaya karşı çıktılar. Berlin’de uluslararası bir konferans toplandı ve 13 Temmuz 1878′de imzalanan Berlin Antlaşması’yla savaş sona erdi.
Savaşın Sonuçları
93 Harbi, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini başlatan ilk önemli olaylardan biri sayılır. II. Abdülhamit’in, yenilgiden sorumlu tuttuğu Meclis-i Mebusan’ı süresiz tatil ederek Kanun-i Esasi’yi askıya alması, ayrıca savaş sonrasında Balkanlar’la Kafkasya’dan Anadolu’ya gelen 1 milyonu aşkın göçmenin yol açtığı toplumsal ve ekonomik bunalım öbür önemli sonuçlarıdır. Başlangıçtaki başarılara karşın ordunun donatım eksikliği ve teknik yetersizlikleri, özellikle Tuna cephesindeki komutanlar arasında görülen geçimsizlik savaşın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasına sebep olarak görülebilir.
Ayastefanos Antlaşması
93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonunda imzalanan barış antlaşmasıdır.
93 Harbi olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devletinin yenilgisiyle sonuçlandı. Rus ordusu, batıdan Yeşilköy’e (eski adı Ayastefanos), doğudan Erzurum’a kadar geldiler. Osmanlı Devleti, barış istedi. Rus orduları başkomutanı Nikolay, barış esaslarının mütarekeyle birlikte görüşülmesi şartıyla bu isteği kabul etti ve 3 Mart 1878’de İstanbul’un Yeşilköy semtinde ağır koşullar içeren bu antlaşma imzalandı. Buna göre;
  • Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacak.
  • Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
  • Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
  • Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya’ya verilecek.
  • Teselya Yunanistan’a bırakılacak.
  • Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacak.
  • Osmanlı Devleti Rusya’ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Ancak bu antlaşma ile Rusların bölgede tamamen hakim bir konuma gelmeleri Batılı devletleri telaşlandırdı. Zira Rusların, Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri, İngilizlerin Hindistan siyasetine ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakına set çekmiş olacaktı. Osmanlılar bu tepkilerden yararlanarak Kıbrıs’ın idaresini İngiltere’ye bırakmak koşuluyla Berlin’de yeni bir antlaşma (Berlin Antlaşması) zemini elde etmeye başardılar. Ayastefanos’un feci şartlarını hafifleten bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki hayatı, bir müddet uzadı. Bu antlaşma Osmanlı Devrinde Sevr Antlaşması gibi kâğıt üzerinde kalan bir antlaşmadır.



OSMANLI PORTEKİZ'İ TARİHTEN SİLMİŞTİ(FENERBAHÇE- BENFİCA MAÇINA İTHAFEN)


Osmanlı-Portekiz mücadelesinin sonunda Portekiz kralı öldürülmüş ve Portekiz devleti 60 yıl tarih sayfalarından kaybolmuştu.

Osmanlı Portekizi tarihten silmişti!  Fenerbahçe Portekiz'in Benfica takımıyla UEFA kupası yolunda büyük birmücadeleye girdi ve yenilmeyen Benfica'yımağlup etti. İnşallah ikinci maçta da zaferi yaşayıp, kupa finaline kalırız. 16. yüzyılda da Portekiz'le büyük bir mücadele içine girmiş ve Portekiz işgalindeki birçok Müslüman toprağını kurtarmıştık.
PORTEKİZ-OSMANLI MÜCADELESİ
Ümit Burnu'nun keşfinden sonra Portekizliler,Hint Okyanusu'nda hâkimiyet kurmuşlardı.Memlûk devleti, Cidde'ye çıkarak Mekke ve Medine'yi tehdit eden Portekizliler'in ilerleyişini durduramıyordu. Osmanlılar Hint ticaret yollarının Portekizliler yüzünden kapanmasından dolayı Memlûk topraklarında hâkimiyet kurmalarının zorunlu olduğunu çoktan anlamıştı.
Yavuz Sultan Selim zamanında bu şartlar altında Suriye ve Mısır'ı ele geçiren Osmanlılar, Hindistan ticaret yollarının önemli bir kısmına hâkim oldular. Portekizliler'in,Kızıldeniz'deki hâkimiyetinin sona erdirilmesi sayesinde Hindistan'dan mal akışı Osmanlı ülkesi üzerinden Avrupa'ya yapılmaya başlandı.
Portekizlilerle yapılan mücadele çerçevesinde Yemen ve Habeşistan'da Osmanlı hâkimiyeti kuruldu. Basra körfezine inildi,Katif ve Bahreyn alındı. 1578'de Osmanlı'dan büyük bir darbe yiyip krallarını kaybeden Portekiz'in 1580'de İspanya tarafından işgali,Hint Okyanusu'ndaki Müslümanlar için büyük bir fırsat oldu.
Osmanlılar'ın Kuzey Afrika hâkimiyeti, kıtanın içlerinde bulunan ancak sahille ilişkileri sebebiyle İspanyol ve Portekiz nüfuzu altına giren bugünkü Nijerya,Nijer, Çad,Mali devletlerinin topraklarında hüküm sürmekte olan Bornu, Songay, Timbuktu sultanlıkları gibi Müslüman devletlerini de kurtardı. Bu sultanlıklar Osmanlı padişahını halife olarak tanıyıp, tâbi oldular.
VADİSSEYL (ALKAZAR) SAVAŞI
1574'te Tunus'u fethettikten sonra Osmanlı hâkimiyeti Fas'a kadar ilerlemişti. Fas Kralı Abdülmelik, konumunu güçlendirmek ve bir saldırı ihtimalini önceden engellemek için Fas'ın eski hükümdarı Ebu Abdullah Muhammed Mütevekkil'i ülkeden kovdu.
Abdülmelik'in başarılı olmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun desteğinin önemi büyüktü. Mütevekkil,Abdülmelik karşısında aldığı yenilgiyi kabullenemedi ve Portekiz Kralı Sebastian'la işbirliği yaptı.
Cezayir-i Garb Beylerbeyi Hasan Paşa, Fas'taki taht kavgasını yakından takip ediyor ve meseleye İspanya ile Portekiz'inmüdahale etmek üzere olduklarını İstanbul'a bildiriyordu.
Osmanlı tahtında Üçüncü Murad vardı. Alınan istihbarata göre Portekiz Kralı Sebastian, İspanya'dan aldığı askerî destekle birlikte Ağustos 1578'de İspanya'dan ayrılmıştı.
Kralın amacı Arzila'ya gelen eski Fas kralı Mütevekkil'e yardım etmekti. Portekiz Kralı ve Mütevekkil'in kuvvetleri, Fas kuvvetleriyle 14 Ağustos 1578'de Mehazin Vadisi'ndeki Vadiüsseyl mevkiinde karşı karşıya geldi.
Üç Kral Savaşı diye de adlandırılan muharebe, Fas birliklerinin saldırısıyla başladı ve yaklaşık üç saat devam etti.Üç saat sonunda savaş meydanından Fas birlikleri muzaffer olarak ayrıldı. Buna mukabil Portekiz birlikleri büyük kayıplar verdi.
Savaş meydanında ölenler arasında Portekiz Kralı Sebastian ile Mütevekkil de vardı. Fas Kralı Abdülmelik, büyük bir zafer kazanmış olmasına rağmen bunun tadını çıkaramadı. Zira ağır hastaydı ve o da muharebeler devam ederken yatakta can verdi.
SAVAŞ İLANINDAN VAZGEÇİLDİ
Abdülmelik'in ölümünden sonra yerine kardeşi Ahmed geçti. Ahmed de Osmanlı İmparatorluğu'na bağlılığını bildirdi. Ancak Ahmed'in Avrupalılar'la münasebet kurması Osmanlı yönetimini rahatsız etti.
Fas'a savaş ilanı düşünülürken Ahmed, mahir bir diplomatik hamlede bulundu ve 1581'de İstanbul'a zengin hediyeler eşliğinde bir elçilik heyeti gönderdi.Hediyeler,Osmanlı yönetimi tarafından bir vergi olarak görüldü ve Fas'a savaş ilanından vazgeçildi.
PORTEKİZ İŞGAL ALTINDA
Vadiüsseyl Savaşı Portekiz'in kaderini değiştirdi. Savaşta ölen Kral Sebastian'ın yerine geçecek bir erkek evladı yoktu. Bu durum Portekiz'de iç karışıklara sebep oldu. Bu boşlukta tahta çıkan Kardinal Henry de ölünce, Prens Antonio ve İspanya Kralı İkinci Felipe tahtta hak iddia etti ve Lizbon yakınlarındaki Alcantara Savaşı'nda İkinci Felipe'nin zafer etmesiyle Portekiz ve İspanya tahtları Habsburg hanedanı şemsiyesinde birleşti.
Portekiz ve İspanya arasındaki birleşme tam bir ilhak değil, aynı kralın şahsında bir İber ortaklığıydı. Mesela İspanya Kralı İkinci Felipe, Portekiz kralı olarak ise Birinci Felipe olarak anılmaktaydı.
Gerek İkinci Felipe gerek halefi Üçüncü Felipe, Portekizliler'in haklarına riayet etmiş ve onlara karşı siyasi bir ayrımcılıkta bulunmamışlardı. Ancak 1621'de başa geçen Dördüncü Felipe (Portekiz kralı olarak Üçüncü Felipe) Portekizli tüccarların vergi yükünü artırmış, Portekizli soyluları devlet kademesinden uzaklaştırmış ve Portekiz'i doğrudan İspanya'nın bir eyaleti haline getirmeye çalışmıştı.
İspanya'nın 30 yıl savaşlarında (1618-1648) olmasından ve Fransa ile savaşmasından faydalanan Portekizliler, Braganza Dükü Dördüncü Juan önderliğinde ayaklanarak İspanya'dan 1640'ta ayrıldılar ve kendi bağımsız krallıklarını yeniden ihdas ettiler.
1641'de Fransa ile antlaşma yaparak İspanya'ya karşı mücadeleye giriştiler. Portekizliler, Fransa'nın desteğiyle büyük ölçüde İspanyollar'ı ülkelerinden uzaklaştırdılar. 1656'da Kral Juan ölünce yerine Altıncı Afonso geçti. Ancak Fransızlar'ın 1659'da İspanya ile Pireneler barışını yapmaları ve kendi toprak kazançlarını tanıması karşılığında, İspanya Kralı Dördüncü Felipe'yi aynı zamanda Portekiz'inmeşru hükümdarı olarak görmeleri, Portekizliler'in işini zorlaştırdı. Ancak bu kez de 1661'de İspanya'nın en büyük düşmanı İngiltere, Portekiz'i destekleme kararı aldı.
Portekizliler, bu destekle beraber hücuma geçtiler ve 1663'te Ameixial'de, 1664'te Castelo Rodrigo'da ve 1665'te Montes Claros'ta İspanyolları art arda yendiler. Bu zaferden sonra, Portekiz'i ele geçirme ümitlerini kaybeden İspanyollar 1668'de Lizbon Antlaşmasını imzalayarak, Altıncı Afonso'nun hükümdarlığını ve Portekiz'in bağımsızlığını kabul ettiler.

KAYNAK : ERHAN AFYONCU, BUGÜN GAZETESİ (28.04.2013)

İTTİHAD VE TERAKKİ ÜZERİNE 3...

   Balkan Savaşı, İttihat ve Terakki'nin Tekrar İktidarı Ele Geçirmesi 
18 Ekim 1912'de Balkan Savaşı patlak verdi. İmparatorluk, bu küçücük Balkan devletleriyle de savaşa hazır değildi. Balkan Savaşı başlamadan kısa bir süre önce, hiç gereği yokken Balkanlardan 120 tabur asker terhis edilmişti. Erzincan, Şam ve Bağdat'taki askerî birlikler de Balkanlara kaydırılamadı. Her şeyden önemlisi, ordu politikaya bulaşmıştı. Subaylar, İttihatçı ve Halâskâr Zabitân diye ikiye ayrılmıştı. Bu arada Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, daha savaşın başında 29 Ekim 1912'de istifa etti. Yerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Balkan Savaşı, bu siyasî ve askerî karışıklıklar içinde geçti. Halâskâr Zabitân, tamamen Balkanlarda savaşmakla meşguldü. İktidardan uzaklaştırılmış, fakat hiç yılmamış ve yeraltına kaymış İttihatçılar ise, tekrar iktidara dönmeye hazırlanıyordu (Lewis,1991:224). 

İlerleyen günlerde Balkan Savaşı hızla aleyhimize gelişmiş, daha savaşın başlangıcında Bulgarlar karşısında, gırtlağına kadar politikaya batmış Türk ordusu bozulmuş, Kırklareli bile düşmüş, düşman Çatalca önlerine gelmişti. Türk ordusu, Sırp, Karadağ ve Yunan orduları karşısında da büyük bir bozguna uğramıştı. 6 Kasım 1912'de "Selânik'i müdafaa ile vazifeli jandarma generali Tahsin Paşa, tek silâh atmadan, muazzam kolordusunu, bütün silâhlarıyla beraber Yunanlılara teslim etti" (Öztuna,1978:265). Yunan donanması, Ekim-Kasım-Aralık 1912'de Bozcaada, Limni, Midilli ve Sakız'ı işgal etti. Balkanlarda yalnız, İşkodra, Yanya ve Edirne kaleleri hâlâ düşmana direniyordu. 3 Aralık 1912'de Osmanlı hükümeti ateşkesi kabul etti. 

Bu arada İttihatçılar, Kâmil Paşa hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara bıraktığı propagandasını yapıyordu. Hâlbuki böyle bir şey söz konusu değildi. 23 Ocak 1913'te Bulgar orduları Edirne'yi kuşatmış ve Çatalca mevzileri önüne gelmişken, İttihatçılar harekete geçti. Kurmay Yarbay Enver Bey, etrafına topladığı yaklaşık iki yüz kişilik bir kuvvetle Bâb-ı Âli'yi yani başbakanlığı bastı, nöbetçi iki subay ve sekiz eri şehit ederek Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Nazım Paşa'yı (Enver veya Yakup Cemil) tek kurşunla vurdu. Talat ve Enver beyler, 81 yaşındaki Başbakan Kâmil Paşa'nın odasına girdi ve ölüm tehdidiyle paşayı istifa ettirdi. Enver Bey, hiçbir sıfatı olmadığı hâlde Sultan Reşat'ı tehdit ederek, 23 Ocak 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın Harbiye Nazırlığı da üzerinde bulunmak üzere Başbakan olarak tayin edildiğine dair irade-i seniyye çıkarttı. 

Bâb-ı Âli Baskını'ndan (23 Ocak 1913) 1. Dünya Savaşı'na (1914) Kadar İttihat ve Terakki 
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 23 Ocak 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın başbakanlığı döneminde ordu, polis ve sivil bürokraside, ciddi bir tasfiye daha gerçekleştirdi. Artık Jön Türkler tam anlamıyla iktidara gelmişti. Fakat İttihat ve Terakki'nin kesin iktidarı, ülkeyi hızla çöküşe doğru götürdü. Bu dönemde Balkan Savaşı, bütünüyle hezimete dönüştü. Direnmekte olan Yanya, İşkodra ve Edirne de düşman eline geçti. 30 Mayıs 1913'te imzalanan Londra Antlaşması'yla, Edirne dâhil bütün Balkanlar kaybedildi. Türkiye Midye-Enez çizgisine çekilip bugünkü Trakya topraklarının bile yarısını düşmana terk etmek zorunda kaldı. Mahmut Şevket Paşa'nın başbakanlığa gelişinden dört ay 19 gün sonra, 11 Haziran 1913'te bir suikasta hedef olup öldürülmesi, İttihat ve Terakki'ye son muhalefet kırıntılarını da yok etme fırsatını verdi. Suikastla ilgisi olmayan 350 muhalif, yakalanıp Sinop'a sürüldü. 29 kişi idam edildi. Cemiyet'e sadakatinden şüphe edilen bütün memur ve subayların görevine son verildi. Sıkıyönetim ilân edilip muhalefet susturuldu. Liberal muhalefetin lideri Prens Sabahattin, tekrar yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. 

Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Fırkası'na dönüştü. Mahmut Şevket Paşa'nın yerine İttihatçılar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu, İttihatçı Prens Sait Halim Paşa'yı başbakanlığa getirdi; fakat Sait Halim Paşa, İttihatçı liderler Enver, Cemal ve Talat'ın kuklası durumunda idi. Türkiye'de artık bir tek parti diktatörlüğü kurulmuştu. 

Tam o günlerde, Balkan Savaşı'nın galibi küçük Balkan devletleri, Osmanlıdan aldıkları büyük mirası paylaşamamış, 29 Haziran 1913'ten itibaren birbirlerine düşmüşlerdi. Bunu fırsat bilen Osmanlı Devleti, 21 Temmuz 1913'te Edirne'yi Bulgarlardan geri aldı. Aşağı yukarı bugünkü Trakya sınırı çizildi. 

Yarbay Enver Bey, 3 Ocak 1914'te üst üste terfi ettirilerek Paşa ve Harbiye Nazırı oldu. Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan'la evlenerek sarayın damadı hâline geldi. "Enver Paşa, 21 Ekim 1914'te Başkomutan Vekili unvanını alarak bütün orduya hâkim oldu" (Öztuna,1978:280). 

Cemal Bey, 1913'te İstanbul Muhafızı (Emniyet Müdürü) olup başşehrin güvenliğinden birinci derecede mesul kişi hâline geldi. O da hızla terfi ettirilerek Paşa yapıldı. Önce Bahriye Nazırı, sonra Suriye'de ordu komutanı oldu. 

Talat Bey ise, İttihat ve Terakki'nin en nüfuzlu adamı idi. 2. Meşrutiyet'ten önce telgraf memurluğu, Selânik Posta Müdürlüğü Başkatipliği yaptı. 2. Meşrutiyet'ten sonra ise, hızla yükseldi, önce milletvekili sonra Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) oldu. Prens Sait Halim Paşa'nın ardından Şubat 1917'de, imparatorluğun başbakanlık koltuğuna oturdu. 

"Bu üç adamın yönetimi altında devlet gücünün mekanizmasının vidaları, gittikçe sıkıştırıldı. Muhalefet partileri yıkıldı, liderleri sürüldü veya zararsızlaştırıldı ve bazen bir terör idaresi oranlarına yaklaşan bir baskı uygulandı" (Lewis,1991:226). 1914 kışında yapılan parlamento seçimlerine muhalefet katılmadı, dolayısıyla seçimlerden sonra oluşan meclis, İttihat ve Terakki'nin tam bir kuklası durumunda idi. 

Bu arada Avusturya veliahdı Ferdinand'ın 28 Haziran 1914'te Saray Bosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin ardından, milletlerarası gerginlik hızla arttı ve 1. Dünya Savaşı patlak verdi. İttihatçı liderler Başbakan Sait Halim Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa ve Meclis Başkanı Halil, gizlice Almanlarla bir ittifak antlaşması müzakerelerine girişti. 2 Ağustos 1914'te Almanlarla ittifak antlaşması imzalandı. Hemen ardından, Meclis tatil edildi. İttihat ve Terakki'nin kukla bir meclise bile tahammülü yoktu. Osmanlı Devleti, 11 Kasım 1914'te İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı savaşa girdi. Hâlbuki devlet, askerî, iktisadî, haberleşme ve ulaşım açısından büyük bir savaşa hazır değildi. 

1. Dünya Savaşı Yıllarının Acıları ve İttihat-Terakki 
Türk ordusu, 1914–1918 yılları arasında, dört yıl boyunca Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'ın müttefiki olarak, Çanakkale'de İngiliz ve Fransızlara, Doğu-Anadolu'da Ruslara ve onlara yardım eden Ermeni çetelerine, Irak'ta ve Filistin'de İngilizlere karşı savaştı. Yine Türk ordusu, Alman genelkurmayının isteği üzerine, Galiçya'da müttefikleri Alman ve Avusturya ordularının, Makedonya'da Bulgarların yardımına koştu. 1915–1916 yıllarında Çanakkale ve Irak cephelerinde büyük zaferler kazanılmasına rağmen, 1917'de Irak ve Filistin cepheleri çöktü. Bağdat ve Kudüs düştü. Yüz binlerce Anadolu çocuğu, hayatının baharında şehit düştü. Yüz binlercesi sakat kaldı. Milyonlarca Türk, bu büyük savaşın ağır şartları altında, açlık, yokluk, sefalet ve hastalıklar içinde kıvrandı. İttihat ve Terakki'nin bir avuç maceraperest yöneticisinin elinde Türk milleti, binlerce yıllık tarihinin en acı, en kötü yıllarını yaşadı ve en büyük felâketine maruz kaldı. 
Ağustos 1918'den itibaren Almanlar, Fransa karşısında geri çekilmeye başladı. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti'ni birbirine bağlayan Bulgaristan, Selânik'ten karaya çıkan İngiliz ve Fransız ordularına yenilerek 2 Ekim 1918'de teslim oldu.

İttihat ve Terakki hükümeti, artık ateşkes istemekten başka çâre kalmadığını anlamıştı. Ermeni tehciri ve İngiliz esirlerine kötü muameleden dolayı, kendilerini savaş suçlusu ilân eden İtilaf devletleriyle ateşkes imzalamanın zor olacağını gören Talat Paşa hükümeti, 8 Ekim 1918'de istifa etti. Yerine kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti, 30 Ekim 1918'de İtilaf devletleriyle Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Koskoca bir imparatorluk tarihe karışıyordu.

Mütareke imzalanır imzalanmaz 1 Kasım 1918'de, savaş suçlusu olarak yargılanmalarından korkan İttihat ve Terakki liderleri, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Bedri, Azmi, Bahattin Şakir, Dr. Nâzım ve Dr. Rusûhi beyler, bir Alman denizaltısına binerek yurt dışına kaçtılar. Böylece, 1908'de 2. Meşrutiyet'in ilânıyla başlayan İttihat ve Terakki iktidarı sona erdi.

İttihat ve Terakki, tam anlamıyla iktidarda olduğu 1913–1918 yılları arasında "Teşkilât-ı Mahsusa adında paramiliter bir örgüt ve Türk Gücü Cemiyeti, Osmanlı Güç (daha sonra Genç) dernekleri gibi yine paramiliter gençlik örgütleri kurduğu gibi, Kara Kemal Bey'in organizatörlüğü ile çok sayıda esnaf kuruluşunu kendisine bağladı, kendisini desteklemeyen basını susturdu, esasen dolaylı kontrolü altında olan Türk Ocakları'nı ise, fırka ideolojisini yayan bir kurum haline soktu" (Hanioğlu,2001:482). Türk toplumu içinden, millî bir burjuvazi oluşturmaya çalıştı. Kendini "vatan kurtarıcı" bir teşkilât olarak gördü. Kendine muhalefeti, vatan hainliği ile bir tuttu ve bütün bu uygulamalarıyla, daha sonra Türk siyasî hayatı üzerinde derin tesir icra edecek bir tek parti geleneğinin kurulmasında önemli bir tesiri oldu (Hanioğlu,2001:483).

İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası'nın ideolojik yönüne gelince, Pantürkizme kadar uzanan bir milliyetçilik, bilimin tek yol gösterici olduğunu savunan pozitivist inanç ve bu milliyetçi ve pozitivist anlayışın geniş kitlelere benimsetilmesi için, merkezî devletin ve merkezî otoritenin lüzumuna kuvvetli bir iman, onların hayata bakış tarzlarının özünü teşkil etti.

Mütareke ve Millî Mücadele Yıllarında İttihat ve Terakki (1918–1923) Son Çırpınışlar ve Acı Son 
İttihat ve Terakki son kongresini 1 Kasım 1918'de yaptı. 5 Kasım 1918'de kendini feshetti ve yeni bir parti kurulmasını kararlaştırdı. İttihat ve Terakki'nin yerine, 11 Kasım 1918'de Teceddüt Fırkası kuruldu. Teceddüt Fırkası, Meclis'te hâkim parti hâline geldi; fakat Meclis'in 21 Aralık 1918'de feshi, İttihat ve Terakki'nin son kozunu da elinden aldı. Teceddüt Fırkası, 5 Mayıs 1919'da bakanlar kurulu kararıyla kapatıldı.

8 Mart 1919 tarihli kararname ile kurulan sıkıyönetim mahkemesi, yurt dışına kaçanlar dışındaki İttihatçı önde gelen bakan, milletvekili ve sorumlu yöneticileri yargıladı. 5 Temmuz 1919'da İttihatçı liderler, çeşitli cezalara çarptırıldı. Bazı İttihatçı liderler, İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü (Hanioğlu,2001:483).

Yurt dışına kaçan İttihatçı liderlerden Talat Paşa 1921'de, Cemal Paşa ve Bahattin Şakir 1922'de, Ermeniler tarafından öldürüldü. Enver Paşa ise, Odessa'dan, önce 1918'de Kafkasya'ya geçti. Orada mücadeleyi devam ettirme imkânı kalmayınca, Berlin'e geldi. Bir buçuk yıl Berlin'de kaldı. 1920'de Azerbaycan'a gitti. Gayesi Sovyet parası, silâhı ve desteğiyle bir ordu kurup, sonra Anadolu'ya girmekti. Fakat Sovyetler, Ankara'yla anlaşıp, Enver Paşa'ya beklediği desteği vermedi. Bunun üzerine Enver Paşa, 30 Temmuz 1921'de Moskova'dan Batum'a geldi. 5–8 Eylül 1921'de Batum'da İttihat ve Terakki kongresini topladı. Anadolu'ya geçip siyasete devam etmek istedi, fakat Türkiye'ye girmesi kabul edilmedi (Zürcher,2004:230-231). Enver Paşa, Batum'da iki hafta daha kaldı ve sonra Türkistan'a gitti. Pantürkist hayallerinden hiç vazgeçmemişti. Haziran 1922'de Afganistan sınırı yakınında, Türk birliklerinin başında Kızıl Ordu ile savaşırken öldü (Zürcher,2004:232). Dolayısıyla, İttihatçı liderlerin Millî Mücadele'yi bir İttihatçı harekete dönüştürme gayretleri, başarılı olmadı.

Cumhuriyet Devrinde İttihat ve Terakki (1923–1926) 
Millî Mücadele'nin zaferle bitmesinden sonra yurda dönen İttihatçılar, yeniden teşkilâtlanmaya başladı. 1922 yılında eski Maliye Bakanı Câvit Bey'in evinde toplanıp, yeni bir parti programı hazırladılar. Daha sonra 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın faaliyetlerinde, önemli rol oynadılar. 1926 yılı Haziran ayında Mustafa Kemal Paşa'yı hedef alan İzmir Suikastı dolayısıyla 26 Haziran–12 Temmuz 1926 tarihleri arasında süren davada, bazıları eski İttihatçı olan on dört kişi idama mahkûm oldu. Bunlardan on ikisi, 13–14 Temmuz 1926 gecesi idam edildi. İttihat ve Terakki esnaf teşkilâtının en önemli iki ismi Kara Kemal ve Abdulkadir beyler, gıyaben idama mahkûm oldu (Hanioğlu,2001:483). Mahkeme heyeti tarafından suikast girişiminin ardındaki beyin olarak görülen Kara Kemal, İstanbul'da saklandığı yer ortaya çıkarılınca kendini vurdu (Zürcher,2004:254–255). Diğer İttihatçı liderler, diğer muhaliflerle beraber 1 Ağustos 1926'dan itibaren Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı. Bu mahkeme sonunda, İttihat ve Terakki'nin ünlü teşkilâtçısı ve eylem adamı Dr. Nâzım, eski Maliye Bakanı Cavit Bey, Hilmi ve Nâil beyler, 26 Ağustos 1926'da idam edildi. Diğer İttihatçılar ise, çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. İzmir ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri, bir anlamda İttihatçılığın sonu oldu (Hanioğlu,2001:484).

Bu yazımızı, yakın Türkiye tarihi üzerinde çalışan biri yerli, diğeri yabancı iki ünlü bilim adamının İttihat ve Terakki ile ilgili şu değerlendirmeleriyle bitirmek istiyoruz:

Birincisi, Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu. Hanioğlu, İttihat ve Terakki ile ilgili şu ilginç değerlendirmeyi yapıyor:

"İttihat ve Terakki'nin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasî hayatı ve bu yeni yapı içerisinde, siyasî teâmüllerin teşekkülü üzerindeki tesiri tartışılmaz"dır (Hanioğlu,2001:484).

İkincisi, Türkiye Cumhu­riyeti'nin kuruluş devriyle ilgili parlak araştırmalarıyla tanınan Amsterdam ve Nijmegan Üniversiteleri öğretim üyesi, Milletlerarası Sosyal Tarih Enstitüsü Türkiye Bölümü Başkanı Dr. Erik Jan Zürcher, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin belli başlı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan Modernleşen Türkiye'nin Tarihi (Turkey, A Modern History) adlı eserinin ikinci bölümünün başlığını şöyle koymuştur:

"Türk Tarihinde Jön Türk Dönemi (1908–1950)" (Zürcher,2004:137).

Bu iki ünlü tarihçinin, bu iki ilginç ve üzerinde u­zun uzun düşünülmesi gereken tespiti anlaşılmadan, Türkiye'nin yakın tarihini ve yakın tarihinde cereyan eden olayları anlamak çok zordur.